Çocuk, Ergen ve Yetişkin Danışmanlığı
Çocuk, Ergen ve Yetişkin Danışmanlığı
“Artık ne ağlayabiliyorum ne de sevinebiliyorum.”
“Biri beni sevse de fark etmiyor gibi.”
“Duygularım donmuş gibi… sadece bakıyorum.”
Bu cümleleri tanıdık buluyorsan, yalnız değilsin. Bu yazıda, son zamanlarda artan bir psikolojik durumu inceleyeceğiz:
👉 Duygusal Uyuşukluk (Emotional Numbness)
Duygusal uyuşukluk, kişinin:
Mutluluk, üzüntü, öfke gibi temel duyguları hissedememesi,
Olaylara tepkisiz kalması,
“Boşluk” ya da “robot gibi olma” hali yaşaması durumudur.
Bu bir kişilik özelliği değil, psikolojik bir savunma tepkisi olabilir.
Zihin, bazen seni korumak için “duygu sistemini” geçici olarak kapatabilir.
Tıpkı acıdan korunmak için uyuşturucu verilmesi gibi…
Olası nedenler:
Travma sonrası (kaza, kayıp, şiddet, terk edilme)
Uzun süreli stres (tükenmişlik, bakım veren yorgunluğu)
Depresyon ve anksiyete
Çocuklukta ihmal (duygularını göstermek tehlikeli ya da gereksiz öğretildiyse)
En sık yaşanan belirtiler:
Otomatik pilotta yaşamak
Neşe verici şeylerin artık heyecan yaratmaması
Sevdiklerine karşı bile uzaklık hissi
Kendine yabancılaşma (“Böyle biri değildim”)
“Keşke ağlayabilsem” duygusu
“İçimde bir şeyler var ama ulaşamıyorum.”
Durumu fark et ve yargılama:
“Bozuk değilim, zihnim beni korumaya çalışıyor.”
Küçük his setleriyle yeniden bağlantı kur:
Müzik
Film
Sanat
Doğa
Günlük yazmak
Güvenli duygusal alan yarat:
Kendini rahat ifade edebileceğin biriyle (terapist, arkadaş, defter...) duyguların güvenli biçimde açığa çıkabilir.
Gerekirse profesyonel destek al:
Duygusal uyuşukluk, özellikle depresyonun ve travmanın önemli bir belirtisidir. Göz ardı edilmemelidir.
Zihnin seni acıdan korumak için duyguları susturduysa, bu senin zayıf değil, hayatta kalmaya çalışan biri olduğunu gösterir.
Ama...
Sessizlik uzarsa, içindeki gerçek seni de unutturur.
Küçük bir kıvılcımla o sesi geri çağırabilirsin.
“Hiçbir şey hissetmemek de bir histir. O his, sana ‘yardım et bana’ diye fısıldar.”
— Psikolojinin görünmeyen buzdağları
"Eskiden müzik dinlemek beni mutlu ederdi."
"Sevdiğim yemeklerin tadı bile yok artık."
"Gülsem bile içimde hiçbir şey yok."
Bu cümleler, son yıllarda çok daha sık duyulmaya başladı.
Sebebi mi?
Anhedoni adlı psikolojik durum.
Anhedoni, kişinin daha önce keyif aldığı hiçbir şeyden artık zevk alamaması durumudur.
Yani:
🎵 Müzik etkisiz
🍲 Yemek tatsız
👫 İnsan ilişkileri anlamsız
🌅 Manzaralar bile "boş" gelir.
Ve bu, kişinin isteyerek yaptığı bir şey değil.
Zihin ve beyin kimyası, bu duygusal düzleşmenin arkasında çalışıyor.
Anhedonide özellikle dopamin sistemi bozulur.
Dopamin = motivasyon, ödül ve haz ile ilgili kimyasaldır.
Ama bir sebeple bu sistem sekteye uğrarsa, kişi:
İstese bile mutlu olamaz
Zevk sinyalleri beyne ulaşamaz
Günlük yaşam “renksiz” bir hale gelir
Bu durum yalnızca “moral bozukluğu” değil, nöropsikolojik bir durumdur.
Majör depresyon
Travma sonrası stres bozukluğu (TSSB)
Şizofreni spektrum bozuklukları
Bazı beyin hasarları / Parkinson hastalığı
Tükenmişlik sendromu (Burnout)
Madde kullanımından sonra (özellikle uzun süre dopamin yükseltici madde kullananlarda)
“Sevdiğim şeyleri yapmak zor geliyor.”
“Hayatımda anlam kalmadı.”
“Eskiden daha renkliydim.”
“İnsanlar bir şeyler öneriyor ama hiçbir şey cazip gelmiyor.”
Bu cümleler küçük gibi görünür, ama duygusal donukluk ve yaşamsal isteksizlik gibi ciddi belirtilerin habercisidir.
Küçük zevkler defteri:
Her gün bir “küçük güzel an” yaz. Bilinçli farkındalıkla beyin tekrar duyarlılık kazanabilir.
Dopamin detoksu:
Aşırı uyarıcıları (sosyal medya, ani ödül sistemleri) azaltmak; gerçek dünyada haz sistemini yeniden kurmana yardımcı olur.
Rutini boz:
Yeni deneyimler beynin dikkatini çeker. Küçük değişiklikler bile işe yarar (yeni bir yürüyüş rotası, farklı tatlar denemek).
Terapötik destek:
Anhedoni, özellikle bilişsel davranışçı terapi (BDT), kabul ve kararlılık terapisi (ACT) ve ilaç tedavileriyle ele alınabilir.
Anhedoni, duyguların yok olması değil;
Zihnin “güvende kalmak” için hissi bastırmasıdır.
Bu yüzden kişi istese bile neşe, coşku, istek duyamaz.
Ama unutma:
Duygular yeniden doğabilir.
Zihnin tekrar hissetmeyi öğrenebilir.
Ve bazen en ufak tebessüm, çözülmenin ilk işareti olur.
“Mutluluk gelmiyor belki hemen,
Ama hissetmeye başlamak,
İlk adım olabilir.”
Hiç hayatında olmayan birine özlem duydun mu?
Henüz tanışmadığın birine mektup yazmak istedin mi?
Ya da sadece bir bakışla “o kişi” olduğunu hissettin mi?
Bu yazıda, zihnimizin kurduğu “hayali yakınlıkları”, yani olmayan ama içimizde yaşayan kişileri psikolojik açıdan inceleyeceğiz.
Zihin, ilişki kurmak için mutlaka karşında biri olmasını gerek duymaz.
Bazı insanlar;
Henüz tanımadığı biriyle “ruhsal bağ” hisseder
Hayatına hiç girmemiş bir kişiye mektup yazar
Yalnız hissettiğinde “hayali bir destekleyici figür” yaratır
Bunlar sanıldığı gibi “mantık dışı” değil, aslında çok insani ve evrimsel tepkilerdir.
Zihnin boşlukları tamamlama eğilimi
Bilinçaltımız, eksik parçaları hayalle doldurur.
“Güvende hissetme” ihtiyacı, “biri varmış gibi” hissettirebilir.
İçselleştirilmiş figürler (internalized objects)
Özellikle çocuklukta:
Güven veren bir ebeveyn, öğretmen ya da hayali arkadaş – zihinde kalır ve yetişkinlikte bile ihtiyaç duyulduğunda “devreye girer”.
Bağlanma arzusu
İlişki kuramadığımız ortamlarda, beyin “ilişki varmış gibi” deneyim yaratabilir.
Her hayal bir kaçış değildir.
Bazen zihnin bu mekanizması, duygusal dayanıklılığı artıran bir savunmadır.
Yalnız hisseden biri, hayalindeki kişiye konuşarak iç düzenini koruyabilir.
Ama bu süreç:
Günlük yaşamı aksatacak kadar güçlüyse
Gerçek ilişkilerden uzaklaştırıyorsa
Gerçeklik duygusunu bozuyorsa
o zaman dissosiyatif bir savunma ya da duygusal yalnızlık belirtisi olabilir.
Terapilerde bazen bilinçli olarak “iç figürle konuşma” yapılır.
Özellikle:
İçsel çocukla iletişim
Travmatik ebeveyn temsiliyle yüzleşme
Kendini şefkatle görme (Compassion Focused Therapy) gibi çalışmalarda bu yöntemler çok etkilidir.
“Bazen kendini en iyi, zihnindeki ‘o kişi’ iyileştirir.”
“Sen kimsin bilmiyorum ama beni anladığını hissediyorum.
Belki hiç tanışmayacağız. Ama bu yazıyı seninle konuşur gibi yazıyorum.”
Bu tür ifadeler, günlüklerde, şarkılarda, şiirlerde sıkça görülür.
Çünkü duyguların gerçek olması için, karşımızdakinin gerçek olması gerekmez.
İnsan zihni bazen o kadar yalnız kalır ki, kendi içinde bir arkadaş yaratır.
Bu kişi, bazen hayali bir sevgili, bazen hiç tanımadığı ama “yakın” hissettiği biridir.
Ve bu kişi, çoğu zaman en dürüst konuşmaları yaptığımız kişidir.
“Zihnimde yaşıyorsun, ama yok sayamam. Çünkü bana iyi gelen tek şey bazen sensin.”
— İnsanın hayali bağına yazdığı itiraf
Her gece zihnimiz bir sahne kurar. Oyuncular tanıdık ama roller değişmiş. Mekânlar tanıdık ama fizik kuralları çökmüş.
Peki neden rüya görürüz?
Ve daha önemlisi... Rüyalar bize ne anlatmak ister?
Freud'a göre rüyalar, bastırılmış arzuların gizli anlatımıdır.
Carl Jung ise rüyaları, “kolektif bilinçdışının dili” olarak tanımlar.
Modern sinirbilim ise şöyle diyor:
“Rüyalar, beynin deneyimleri anlamlandırma ve duygusal regülasyon yapma çabasıdır.”
Yani rüya görmek; beynin terapistiyle yaptığı gece seansı gibidir.
Düşmek: Kontrol kaybı, özgüven sarsıntısı
Sınava geç kalmak: Yetersizlik kaygısı
Diş dökülmesi: Kimlik, güven, yaşlanma korkusu
Kaçmak: Bastırılmış korkularla yüzleşememe
Tanımadık biriyle yakınlık: Kendimizde tanımadığımız yönlerle temas
Rüyalar genellikle semboliktir. Görülen kişi gerçekte biri değil, zihinsel bir parçayı temsil ediyor olabilir.
Rüyaların %80'i REM evresinde oluşur. Bu dönemde:
Beyin, gündüz yaşanan olayları yeniden işler
Hafıza düzenlenir
Duygular sınıflandırılır
Bu yüzden travma yaşayan insanlar yoğun, gerçekçi rüyalar görebilir.
Travma sonrası rüyalar aslında “psikolojik sindirim” sürecidir.
Bazı insanlar rüyada olduklarının farkına varabilir. Bu deneyime lucid rüya denir.
Araştırmalar, lucid rüya gören bireylerin:
Kendilik farkındalığının daha güçlü
Yaratıcılık seviyesinin yüksek
Travma sonrası rüya içeriğini dönüştürebilen kişiler olduğunu ortaya koymuştur.
Yani bilinçli rüya çalışmaları, terapötik etkiler bile yaratabilir.
Rüya içerikleri uçucudur. Genelde uyanır uyanmaz unutulur.
Ama her sabah kısa bir not almak:
Bilinçaltı temaları yakalamanı
Kendi sembollerini çözmeni
Psikolojik farkındalığını artırmanı sağlar.
“Rüyalar yalan söylemez, ama metaforla konuşurlar.”
Rüyalar, akıl dışı gibi görünse de duyguların diliyle konuşur.
Onları bastırmak yerine anlamaya çalışmak, kendi iç dünyamıza uzanan çok özel bir köprüdür.
“Uyanınca gördüğün rüyanı unutma, çünkü belki de en dürüst konuşmayı orada yaptın.”
— Psikolojik uykunun yazarı
“Ben iyiyim”
“Her şey yolunda”
“Boşver, önemli değil”
Bu cümleleri ne kadar sık duyuyoruz?
Ya da… kaç kez kendimiz söyledik?
Peki neden insanlar duygularını saklama, sahte bir “benlik” sergileme ihtiyacı hisseder?
Psikolojide buna “persona” denir. Carl Jung’un kavramıdır.
Persona, kişinin toplum içinde taktığı “sosyal maske”dir.
🔹 İşte patronunun yanında başka biri,
🔹 Ailesinin yanında farklı biri,
🔹 Yalnız kaldığında ise tamamen başka biri…
Bu normaldir. Ama bazı insanlar o kadar çok maske takar ki, sonunda gerçek yüzünü unutabilir.
Toplumda kabul görme arzusu
“Sevilmek için böyle olmalıyım.”
Duygusal savunma mekanizması
“Zayıf görünürsem zarar görebilirim.”
Kimlik karmaşası ve düşük özsaygı
“Kendim olmam yeterli değil.”
Travmatik geçmiş
Maskeler, bazen çocuklukta oluşur. “Gerçek beni kabul etmediler” inancı, sahte roller yaratır.
Sürekli rol yapmak yorucudur.
Uzun vadede şu psikolojik etkiler görülebilir:
Kimlik dağılması
Duygusal tükenmişlik
Anksiyete ve depresyon
Yalnızlık hissi (“Kimse beni gerçekten tanımıyor.”)
“Maskeler insanı korur, ama aynı zamanda yalnızlaştırır.”
Kendine şu soruları sor:
Sessiz kaldığında içindeki ses ne diyor?
Paylaştığın ilişkilerde “rahat” mısın yoksa “onay almak için” mi varsın?
En çok ne zaman kendin gibi hissediyorsun?
Eğer bu sorular rahatsız ediyorsa, belki de uzun zamandır “rolde” olabilirsin.
Kendini tanımaya alan aç (terapi, günlük, meditasyon)
Duygularını inkâr etme, anlamaya çalış
Herkese karşı şeffaf olmak zorunda değilsin, ama kendine karşı dürüst olmalısın.
Güvenli ilişkiler kur – Maske gerektirmeyen insanlar, iyileştiricidir.
Maske takmak, insan olmanın parçasıdır.
Ama gerçek benliğini hiç göstermemek, en büyük yalnızlık nedenidir.
Ve unutma:
“Seni gerçekten seven, maskeni değil, kırılgan halini de seven kişidir.”
Psikolojik Sağlığımızın Gizli Anahtarı: Bağırsak-Beyin Ekseni
Son yıllarda hem psikologlar hem nörobilimciler, bağırsaklarımızın yalnızca sindirim değil, duygularımız ve düşünce süreçlerimiz üzerinde de etkili olduğunu ortaya koydu. Bu keşif, bilim camiasında bağırsaklara “ikinci beyin” unvanını kazandırdı.
Ama bu sadece bir metafor değil. Gelin birlikte neden bu kadar çarpıcı bir tanımla anıldığını inceleyelim:
Evet! Bağırsak duvarımızda, tam 100 milyondan fazla nöron bulunur. Bu sayı, omurilikteki nöron sayısına çok yakındır. Bu sinir ağına enterik sinir sistemi (ENS) adı verilir ve tıpkı beynimiz gibi sinyal alır, işler ve tepki üretir. Hatta bazı süreçlerde beynimizden bağımsız çalışabilir!
Harvard Medical School’a göre: “Bağırsak, merkezi sinir sisteminden tamamen izole edilse dahi sindirimi ve hormonal dengeyi sürdürebilir. Yani kendi kendine düşünebilir.”
Serotonin, ruh halimizi düzenleyen en önemli nörotransmitterlerden biridir. Genellikle depresyon, kaygı ve mutlulukla ilişkilendirilir.
Şaşırtıcı bir gerçek:
Serotonin’in %90’ı bağırsaklarımızda üretilir!
Bu, bağırsak sağlığının ruh halimiz üzerindeki etkisini doğrudan gösteren en çarpıcı bulgulardan biridir. Eğer bağırsak florası (mikrobiyota) bozulursa, serotonin üretimi de sekteye uğrar.
Bağırsaklarımızda trilyonlarca bakteri yaşar. Bunlara bağırsak mikrobiyotası denir. Bu bakteriler sadece sindirime değil, nörolojik işleyişe de katkı sağlar.
University of California, Los Angeles (UCLA) 2020 çalışması, bağırsak florası dengesi bozuk olan bireylerde anksiyete ve depresyon semptomlarının daha yoğun görüldüğünü göstermiştir.
Nature Microbiology dergisine göre, belirli probiyotik türleri (örneğin Lactobacillus ve Bifidobacterium) doğrudan GABA üretimini etkileyerek kaygı düzeyini azaltabilir.
Beyin ve bağırsak, vagus siniri aracılığıyla sürekli iletişim halindedir. Bu sinir, “hissettiğimiz” şeylerin bir kısmını bağırsaktan beyne iletir.
Örneğin:
Bir sınavdan önce mide bulantısı ya da ishal yaşamanızın nedeni, bu çift yönlü iletişimdir. Duygusal stresin fiziksel semptomlara dönüşmesi doğrudan vagus siniri aracılığıyla olur.
Artık birçok psikolog ve psikiyatrist, terapi sürecine “beslenme danışmanlığı” ekliyor. Çünkü:
Antidepresan tedaviye ek olarak prebiyotik ve probiyotik takviyesi verilen bireylerde daha hızlı ilerleme kaydediliyor.
Mikrobiyota dengesini bozan antibiyotiklerin, yalnızca bedensel değil, ruhsal yan etkiler doğurduğu gözlemleniyor.
Psikolojik denge için bağırsak sağlığını korumak şart. İşte ruh halinizi destekleyen bazı beslenme ipuçları:
Fermente gıdalar: Kefir, yoğurt, kombucha, turşu
Prebiyotik lifler: Muz, soğan, sarımsak, yulaf, kuşkonmaz
Renkli sebzeler ve antioksidanlar
İşlenmiş şeker ve gluten tüketimini sınırlamak
Gerekirse uzman önerisiyle probiyotik takviyesi
Bugünün bilimsel verileriyle artık rahatça söyleyebiliriz:
“Depresyon bazen bir eksik serotonin değil, eksik bağırsak bakterisidir.”
Psikolojik iyi oluşu değerlendirirken, yalnızca düşüncelerimize değil, beslenme düzenimize ve mikrobiyotamıza da dikkat etmek gerekir.
Günümüzde ergoterapi uygulamaları, yalnızca fiziksel becerilerin kazandırılmasıyla sınırlı kalmayıp, bilişsel süreçlerin desteklenmesine de yönelmiştir. Bu noktada öne çıkan yöntemlerden biri de CO-OP (Cognitive Orientation to daily Occupational Performance) yani Günlük İşlevsel Performansa Bilişsel Yönelimli Yaklaşımtır. Özellikle çocuklarda motor beceri kazanımını destekleyen bu yöntem, özgün ve etkili yapısıyla dikkat çeker.
CO-OP, çocukların günlük yaşamda karşılaştığı motor temelli zorluklara çözüm üretmelerine yardımcı olan, problem çözmeye dayalı, bilişsel strateji öğretimiyle ilerleyen bir ergoterapi yöntemidir.
Çocukların "ne yapmaları gerektiğini" bilmesine rağmen "nasıl yapacaklarını" bilemedikleri durumlarda CO-OP devreye girer. Klasik motor beceri eğitimlerinden farklı olarak çocukların kendi stratejilerini geliştirmeleri desteklenir.
Gelişimsel Koordinasyon Bozukluğu (DCD)
Dikkat Eksikliği ve Hiperaktivite Bozukluğu (DEHB)
Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB)
Yazma, giyinme, bisiklet sürme gibi motor becerilerde güçlük yaşayan çocuklar
CO-OP yaklaşımında çocuğun günlük yaşamda zorlandığı belirli bir hedef belirlenir. Örneğin:
Ayakkabı bağlama
Fermuar çekme
Bisiklete binme
Yazı yazma
Ardından çocuk, “Hedef Belirle – Plan Yap – Uygula – Gözden Geçir” şeklindeki dört adımlı “GPDC” stratejisini öğrenir:
Goal (Hedef): Ne yapmak istiyorum?
Plan (Plan): Nasıl yapabilirim?
Do (Yap): Planımı uyguluyorum.
Check (Kontrol): Ne kadar başarılıydım? Neyi farklı yapabilirim?
Bu süreçte terapist yalnızca rehberdir; çocuk ise aktif katılımcıdır. Amaç, çocuğun yalnızca o beceriyi değil, başka beceriler için de kullanabileceği bir problem çözme yöntemini öğrenmesidir.
Duyu bütünleme terapisi, özellikle otizm spektrum bozukluğu, dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB), öğrenme güçlükleri ve gelişimsel gecikmeler gibi durumlarda ergoterapistler tarafından sıklıkla kullanılan bir müdahale yöntemidir. Bu terapi yöntemi, bireyin çevresinden aldığı duyusal bilgileri doğru şekilde işlemleyebilmesini desteklemeyi amaçlar.
Görsel, işitsel, dokunsal, vestibüler (denge) ve proprioseptif (vücut farkındalığı) duyuların düzenli çalışması, günlük yaşam aktivitelerini sağlıklı bir şekilde sürdürebilmek için oldukça önemlidir. Ancak bazı bireylerde bu duyusal sistemlerde aşırı ya da yetersiz duyarlılık olabilir. İşte bu noktada duyu bütünleme terapisi devreye girer.
Uygulama Süreci:
Terapist, çocuğun ya da yetişkinin duyusal profilini değerlendirerek bireye özel bir terapi planı oluşturur. Oyun temelli bu terapilerde salıncaklar, top havuzları, tırmanma ekipmanları, çeşitli dokularda oyuncaklar ve farklı hareket aktiviteleri kullanılır. Amaç, kişinin duyusal sistemlerini dengeli şekilde uyararak sinir sistemi ile davranış arasındaki bağlantıyı güçlendirmektir.
Faydaları:
Dikkat süresinin artması
Günlük yaşam aktivitelerinde (giyinme, beslenme, hijyen gibi) bağımsızlığın gelişmesi
Kaygı seviyesinin azalması
Sosyal becerilerin artması
Motor planlama ve koordinasyonda iyileşme
Duyu bütünleme terapisi, bireyin çevreyle olan etkileşimini artırarak yaşam kalitesini yükselten etkili bir ergoterapi yöntemidir. Özellikle erken yaşta başlanan terapilerde, çocuğun hem akademik hem sosyal hayata daha kolay adapte olması sağlanabilir.
Çocuklar duygularını ve yaşadıkları olayları yetişkinler gibi sözcüklerle anlatmakta zorlanabilirler. Ancak bu duygular bir şekilde ifade edilmelidir. İşte tam bu noktada oyun terapisi, çocukların kendilerini en iyi hissettikleri alanda – oyun yoluyla – iyileşmelerine yardımcı olan etkili bir psikoterapi yöntemidir.
Oyun Terapisi Nedir?
Oyun terapisi, çocukların iç dünyalarını, duygularını, korkularını ve travmalarını oyun aracılığıyla ifade etmelerine olanak tanıyan, psikolojik olarak yapılandırılmış bir terapi sürecidir. Çocuk için oyun neyse, terapi sürecinde de onun dilidir.
Kimler İçin Uygundur?
Oyun terapisi, çok çeşitli durumlar için etkili bir yöntemdir:
Davranış problemleri (öfke nöbetleri, saldırganlık, içe kapanıklık)
Travmatik yaşantılar (kaza, hastalık, taciz, doğal afet)
Boşanma sürecindeki çocuklar
Yas yaşayan çocuklar
Dikkat eksikliği ve hiperaktivite bozukluğu (DEHB)
Kaygı bozuklukları, gece korkuları, alt ıslatma
Uyum ve özgüven problemleri
Terapide Neler Olur?
Oyun terapisi, çocuğun yaşına ve ihtiyacına göre çeşitli oyun materyalleriyle (kuklalar, figürler, kum, boyalar, evcilik oyuncakları vb.) yapılandırılmış bir ortamda yürütülür. Terapist, çocuğun oyun sırasında kurduğu sahneleri, karakter seçimlerini ve tekrar eden davranışlarını dikkatle gözlemler.
Bu süreçte amaç;
Çocuğun duygularını dışa vurmasına olanak tanımak
Travmaları oyun yoluyla yeniden işleyerek anlamlandırmasına destek olmak
Duygusal regülasyon becerilerini geliştirmek
Çocuğun benlik saygısını ve sosyal ilişkilerini güçlendirmektir.
Ebeveynlere Rol Düşer mi?
Evet. Oyun terapisi sürecinde ebeveynlerin iş birliği çok önemlidir. Seanslar çocukla birebir yürütülürken, terapist zaman zaman ebeveyn görüşmeleriyle süreci destekler. Aile ile yapılan bu görüşmelerde çocuğun ilerleyişi, ev ortamında dikkat edilmesi gereken noktalar ve destekleyici öneriler paylaşılır.
Oyun Sadece Bir Oyun Değildir
Çocuğun oyunu; onun duygu dünyasına açılan penceredir. Yetişkinler konuşarak iyileşir, çocuklar ise oyun yoluyla... Bu nedenle oyun terapisi, yalnızca bir oyun saati değil, çocuğun duygusal yaralarını onarabileceği güvenli bir iyileşme alanıdır.
Her insan zaman zaman endişelenir. Sınavdan önce, önemli bir görüşme öncesi ya da sevdiklerimizin sağlığı söz konusu olduğunda kaygılanmak hayatın doğal bir parçasıdır. Ancak kaygı, kontrol edilemez hale geldiğinde; gününüzü, ilişkilerinizi, hatta beden sağlığınızı etkilemeye başladığında artık bir sinyal veriyordur: Bu sadece “stres” değil. Bu, anksiyete olabilir.
Anksiyete Nedir?
Anksiyete, gerçek bir tehdit olmadığı hâlde sürekli bir tedirginlik ve endişe hâli yaşanmasıdır. Beyin, “tehlike varmış gibi” çalışır ve bedeni alarma geçirir. Kalp çarpar, nefes hızlanır, mide bulanır, uyku kaçabilir, zihni sürekli “ya şöyle olursa?” soruları meşgul eder.
Bazı kişiler bu durumu dışarıdan çok iyi gizleyebilir. “Senin neyin var ki?” sorusuna “Yorgunum sadece” diye cevap verir. Ama içten içe bir savaş vardır: Gelecek hakkında durmadan düşünen bir zihin, hiçbir şeyden tam anlamıyla keyif alamayan bir ruh ve hep tetikte bir beden…
Anksiyete Belirtileri Nelerdir?
• Sürekli endişeli hissetmek, “kötü bir şey olacakmış” hissi
• Kalp çarpıntısı, göğüste sıkışma, nefes darlığı
• Konsantrasyon güçlüğü
• Uykuya dalmada zorluk ya da sık uyanma
• Karamsarlık ve gerginlik
• Sosyal ortamlardan kaçınma, içine kapanma
• “Her şey kontrolümden çıkacak” hissi
Bu belirtiler uzun süre devam ediyorsa ve yaşam kalitenizi etkiliyorsa, bu sadece stres değil, tedavi edilmesi gereken bir durum olabilir.
Anksiyete Tedavi Edilebilir
Anksiyete bozukluğu, psikoterapi ile büyük ölçüde yönetilebilir ve iyileşebilir. Bilişsel Davranışçı Terapi (BDT), bu süreçte oldukça etkili bir yöntemdir. Kimi zaman psikiyatrist desteğiyle ilaç tedavisi de gerekebilir. Bu durum utanılacak ya da gizlenecek bir şey değildir.
Kendi başınıza çözmeye çalışmak, çoğu zaman sadece ertelemek anlamına gelir. Ve unutmayın: Erteledikçe kaygı büyür, alanınız daralır, hayatınız sıkışır.
⸻
Son Söz:
Sürekli endişeyle yaşamak zorunda değilsiniz. “Güçlü olmak” her şeyi kendi başına halletmek değil; gerektiğinde yardım istemeyi bilmektir. Anksiyete bozukluğu, tedavi edilebilir bir durumdur ve bu süreci yalnız yürümek zorunda değilsiniz. Eğer yukarıdaki belirtiler size tanıdık geliyorsa, bir ruh sağlığı uzmanından destek almak size kendinizi yeniden keşfetme fırsatı sunabilir.
Hayat, sürekli tetikte geçmeyecek kadar değerlidir.
Modern dünyada her saniyemiz dolu. Günlük yapılacaklar listesi, bildirimler, yetişilmesi gereken işler…
Peki hiç düşündün mü?
📱 Boş zamanlarımızda bile neden kendimizi meşgul etmeye çalışıyoruz?
Neden durduğumuzda suçluluk hissediyoruz?
Psikoloji literatüründe buna “yüksek üretkenlik baskısı” (productivity guilt) deniyor. Özellikle sosyal medyada “çalış, üret, geliştir” içerikleriyle büyüyen bir nesil için “hiçbir şey yapmamak”, neredeyse kişisel başarısızlık gibi algılanıyor.
Ama burada paradoks başlıyor:
“Zihin, en yaratıcı fikirlerini boşlukta üretir.”
Bilim insanları beynin “hiçbir işe odaklanmadığı” anda bile aktif olduğunu keşfetti. Bu durumda çalışan bölgeye “Varsayılan Mod Ağı” deniyor.
Bu sistem:
Kendilik farkındalığı
Geçmiş deneyimleri yorumlama
Hayal kurma
Yaratıcılık üretimi
Gelecek planlaması
gibi zihinsel süreçlerde devreye giriyor.
Yani aslında "boş durmak", beynin derin çalışmasına izin vermektir.
Çünkü boşlukta zihinsel sesler yükselir.
İhmal ettiğimiz düşünceler, bastırdığımız duygular, kaçındığımız benliğimiz ortaya çıkar.
Bu da rahatsız edici olabilir. Bu yüzden birçok kişi, yalnız kalmamak için sürekli dikkat dağıtır:
Sürekli ekran
Arka planda dizi
Yorucu sosyal programlar
Bu durumun uzun vadede sonucu?
Mental tükenmişlik, karar yorgunluğu ve dikkat dağınıklığı.
İlginçtir ki bazı terapistler ve mindfulness uzmanları, danışanlarına haftalık “hiçbir şey yapma pratiği” önerir.
🪷 Egzersiz:
Her gün 5 dakika sessizlik.
Hiçbir şey okumadan, izlemeyen, planlamayan şekilde oturmak.
Zihne gelen düşünceleri sadece izlemek.
Sürekli gelen “bir şey yapmam lazım” hissine direnmek.
İlk başta huzursuz edicidir ama zamanla zihinsel ferahlık sağlar.
Hiçbir şey yapmamak, aslında beynine “izin vermek”tir.
Zihinsel gürültüden uzaklaşmak; odaklanmayı, içgörüyü ve yaratıcılığı besler.
Unutma, en üretken insanlar sadece çok çalışanlar değil, ne zaman duracaklarını bilenlerdir.
“Zihnini dinlemek istiyorsan, önce susturmalısın.”
— Sıra dışı bir terapist
Otizm Spektrum Bozukluğu (OSB), bireylerin sosyal etkileşim, iletişim becerileri ve davranış örüntülerinde farklılıklar gösterdiği nörogelişimsel bir durumdur. Bir psikolog olarak, otizmli çocuklarla çalışan ailelerin yaşadığı duygusal, zihinsel ve fiziksel zorluklara yakından tanığım. Bu yazıda, hem bilimsel temellere dayanan hem de sahadan gözlemlerle beslenen bir rehber sunmak istiyorum. Amacım, otizmli çocuk sahibi ebeveynlere yol göstermek, duygularını anlamlandırmalarına destek olmak ve çocuklarıyla kuracakları ilişkiyi daha sağlıklı bir zemine taşımak.
Otizm tanısı almak, birçok aile için sarsıcı olabilir. Ancak burada altını çizmek isterim ki; çocuğunuz hala aynı çocuk. Sadece dünyayı farklı algılıyor ve farklı bir iletişim dili kullanıyor. Tanıyı bir etiket olarak değil, bir harita gibi düşünün: Nereye nasıl gideceğinizi gösteren bir kılavuz.
Ailelerin ilk görevi, çocuğu “normale uydurmaya çalışmak” yerine, onu olduğu gibi görmek ve sevmektir. Kabul, sadece çocuğa değil; ebeveynin kendi duygularına da alan tanımasıyla başlar. Üzüntü, öfke, suçluluk, inkâr... Tüm bu duygular doğal. Ama orada takılı kalmak yerine bu duygularla yüzleşmek, onları anlamak ve dönüştürmek gerekir.
Otizmli çocuklar genellikle sözel iletişimde zorlanabilir ya da hiç konuşmayabilirler. Bu durumda ebeveynin, çocuğun beden dilini, mimiklerini, çıkardığı sesleri ve davranış kalıplarını anlamayı öğrenmesi gerekir. Bu, çocuğun dünyasına bir “tercüman” aracılığıyla değil, doğrudan girebilmenin kapısını aralar.
Bazı çocuklar göz teması kurmakta zorlanabilir, bazıları fiziksel temastan kaçınabilir. Bu durum kişisel bir reddediş değildir. Her çocuğun sınırına saygı göstermek, ilişkinin temelini güvenle örer.
Otizmli çocuklar, belirsizlikten ve ani değişimlerden kolayca etkilenebilir. Bu nedenle günlük yaşamın belirli bir düzende ilerlemesi çocuk için güven vericidir. Yemek saatleri, oyun zamanları, uyku düzeni mümkün olduğunca sabit tutulmalıdır.
Eğer bir değişiklik olacaksa —örneğin bir misafir gelecekse veya doktor kontrolüne gidilecekse— bu önceden çocuğa uygun bir dille anlatılmalıdır. Görsel destekler (takvimler, resimli rutin kartları) bu noktada oldukça işlevseldir.
Otizmli çocukların birçok davranışı dışarıdan “anlamsız” veya “problemli” görünebilir. Ancak her davranış bir mesajdır. Örneğin; çığlık atmak, kendini yere atmak ya da sürekli aynı hareketi tekrar etmek, çoğu zaman çocuğun stres altında olduğunu, kendini ifade edemediğini ya da duyusal bir ihtiyacının karşılanmadığını gösterir.
Ebeveyn olarak tepki vermeden önce, “Bu davranış bana ne anlatmak istiyor?” sorusunu sormayı alışkanlık haline getirmek, çocuğunuzla aranızdaki köprüyü güçlendirecektir.
Otizmli çocuklar ses, ışık, dokunma gibi duyusal uyaranlara ya çok hassas olabilir ya da bu uyaranlara karşı ilgisiz kalabilirler. Örneğin bazı çocuklar floresan ışığında rahatsızlık hissedebilir ya da bazı kumaşlara dokunmak istemeyebilir.
Ebeveynlerin bu duyusal hassasiyetleri tanıması ve çevreyi buna göre düzenlemesi, çocuğun kaygı düzeyini önemli ölçüde azaltır. Gerekirse bir ergoterapistten destek alınabilir.
Her çocuk gibi, otizmli çocukların da sınırlara ihtiyacı vardır. Ancak bu sınırlar net, sevgi dolu ve tutarlı bir şekilde verilmelidir. Ceza odaklı yaklaşımlar değil, olumlu pekiştirmeler (ödüllendirme, takdir etme) ön planda olmalıdır. “Yapma!” demek yerine, “Bunu böyle yaparsak daha iyi olur” gibi yönlendirici cümleler tercih edilmelidir.
Ayrıca istenmeyen bir davranış karşısında bağırmak ya da cezalandırmak yerine, davranışın nedenlerini araştırmak ve alternatif davranış yolları sunmak daha kalıcı sonuçlar verir.
Otizmli bir çocukla ilgilenmek duygusal ve fiziksel olarak yorucu olabilir. Bu nedenle ebeveynlerin kendi sınırlarını tanıması, destek sistemleri kurması, gerektiğinde psikolojik destek alması son derece önemlidir. Unutmayın, siz iyiyseniz çocuğunuz da daha iyi olabilir.
Aile bireyleri arasında görev paylaşımı yapmak, dinlenmeye zaman ayırmak ve sosyal destek ağlarını canlı tutmak bu süreci daha sürdürülebilir hale getirir.
Otizm, bir “engelden” çok, bir farklılık. Bu farklılıkla birlikte yaşamak; sabır, empati, anlayış ve sevgiyle mümkün. Çocuğunuzun güçlü yanlarını keşfetmeye odaklanın. Her çocuğun parladığı bir alan vardır: müzik, görsel sanatlar, ezber yeteneği, detaylara dikkat gibi... O alanda çocuğunuzu destekleyin, yüreklendirin.
Otizmli bir çocukla yaşamak zorluklarla birlikte eşsiz bir deneyimdir. Her gün yeni şeyler öğrenirsiniz; sadece çocuğunuz hakkında değil, kendiniz hakkında da... Bir psikolog olarak ailelere söylemek istediğim en önemli şey şu: Yalnız değilsiniz. Gerek uzman desteği, gerek diğer ebeveynlerle dayanışma, gerekse bilimsel kaynaklar sayesinde bu süreci anlamlı ve güçlü bir şekilde yürütebilirsiniz.
Unutmayın, sevgi ve anlayışla atılmış her küçük adım, çocuğunuzun dünyasında büyük bir fark yaratır.
Günlük hayatta karşılaştığımız birçok insan dışarıdan oldukça iyi görünür: İşe gider, sorumluluklarını yerine getirir, sosyal çevresiyle iletişimini sürdürür, hatta zaman zaman başkalarına destek olur. Ancak tüm bu “normal” görünüme rağmen içten içe tükenmiş, anlamsızlık hissiyle mücadele eden, mutsuzluğu kronikleşmiş bireyler vardır. İşte bu tabloya biz psikologlar genellikle yüksek işlevli depresyon ya da klinik adıyla distimik bozukluk diyoruz.
Yüksek işlevli depresyon yaşayan bireyler çoğu zaman:
“Hayatımda her şey yolunda ama yine de bir boşluk hissediyorum.”
“Gülüyorum ama gerçekten mutlu değilim.”
“Her gün aynı döngü, hiçbir şey değişmiyor.”
gibi cümleleri sık kurar. Bu kişiler sabah işe gider, görevlerini yerine getirir, ancak iç dünyalarında yoğun bir duygusal yorgunluk yaşarlar. Genellikle yardım istemekte zorlanırlar çünkü yaşadıkları durumu küçümserler veya “bundan daha kötüsünü yaşayanlar var” diyerek kendi acılarını bastırırlar.
Yüksek işlevli depresyon sinsi ilerler. Belirtileri şunlar olabilir:
Sürekli bir yorgunluk ve enerji eksikliği
Umutsuzluk ya da değersizlik hissi
İştah ve uyku düzeninde hafif ama kalıcı değişiklikler
Duygusal düzleşme (mutluluk ya da üzüntüye karşı hissizlik)
Sosyal hayattan yavaşça çekilme
Odaklanma zorluğu ve karar vermede güçlük
Bu belirtiler genellikle en az iki yıl sürer ve kişi “böyle biri olduğunu” düşünmeye başlar. Oysa bu, bir kişilik özelliği değil, bir bozukluktur ve destekle iyileşebilir.
Yüksek işlevli depresyonu diğer depresyon türlerinden ayıran en önemli fark; bireyin dış dünyaya işlevsel görünmesidir. Bu nedenle çevresi çoğu zaman durumu fark etmez. Hatta kişi kendisi bile bunu "geçici bir dönem" sanabilir. Bu noktada farkındalık büyük önem taşır.
Kendinizi sürekli tükenmiş, mutsuz ve amaçsız hissediyorsanız bunu görmezden gelmeyin.
Bir ruh sağlığı uzmanına başvurmaktan çekinmeyin.
Duygularınızı bastırmak yerine, onları anlamlandırmaya çalışın.
Günlük yaşamınızda küçük değişikliklerle (yürüyüş, sosyal bağlantılar, yaratıcılık içeren aktiviteler) başlamayı deneyin.
Unutmayın, depresyon yalnızca yataktan çıkamamak değildir. Bazen dışarıdan güçlü görünenler de iç dünyalarında büyük bir mücadele verir. Ve bu mücadele, yardım alındığında son bulabilir.
Yüksek işlevli depresyon, “yetememe” değil; “fazla dayanma”nın sonucudur. Eğer kendinizi bu yazıda anlatılanlara yakın hissediyorsanız, bu bir zayıflık değil, destek arama ihtiyacıdır. Ve bu ihtiyacı fark etmek, dönüşümün ilk adımıdır.